1 Eylül 2015 Salı

Sevgili Günlük

Şimdi yazacaklarım daha önceki yazdıklarıma pek benzemeyecek. Hatta burada yazılan herhangi bir şey ya da burada hep yazmaya çalıştığımız şamatayla da pek bir alakası yok, çünkü ne yalan söyleyeyim ben de ne anlatacağımı bilmiyorum. Hatta bu yazının tamamlanıp tamamlanmayacağını ya da aylarca veya senelerce müsvedde olarak kalıp kalmayacağını dahi bilmiyorum. Aslında bu post'u kimseye de yazmıyorum. Kimsenin okumasını da beklemiyorum. Yani aslında bu post zaten yok! Kendim bu girişi birkaç kere okudum ve sıkıntı yok gibi duruyor, fakat yine de eşeği sağlam kazığa bağlayıp ne anlatmaya çalıştığımı bir örnekle pekiştirelim:
Fuat: "Freestyle mıydı bu?"
Ben: "Evet"
Fuat: "Oh yeah man. Come on beybi"

Neyse ciddiyetsizlik bir kenara, yazmasam deli olurdum derler ya. Heh işte mesele bu zaten. 
Peki, insanlar neden yazma ihtiyacı duyar? Yazmaktan kastım herhangi felsefik bir derinlik içermez. Hani insandan kastım Jack London, Pluton, Şekspir falan olmadığı için, ondan bir yanlışlık olmasın da. Şimdi asıl beni düşündüren şey şu: neden Özel Zıpırcan Yetiştirme Üniversitesi (ZYÜ) hazırlık öğrencisi Itır Can'da bir şeyler yazar? Hatta biraz ileri giderek Itır Can neden yaşar? Hatta dünyada Itır Can diye biri neden var? Hatta ve hatta dünyada Einstein, Hawking, Dennis Ritchie ve daha bir sürü insan hayatlarını çok büyük amaçlara adamışken, dün karşılaştığım Adapazarı-İstanbul arası sefer yapan otobüste "Merve Yazlık"la Whatsapp'te amansız ve fütursuzca yazışa-bilmek için sağ cebinden rahatça telefonunu çıkarabilmesi kolay olsun diye  kimsenin reddedemeyeceği cam kenarına oturma teklifimi reddeden Itır John ne için yaşar? Hikaye şöyle:
İstanbul'da sıcak bir gündü. Alpa, İstanbul Harem'de minibüslerin ve otobüslerin arasından belli belirsiz görünen denize karşı:
"Auf Wiedersehen, İstanbul!" diye bağırdı. Belki biraz yürüse ve otobüs gecikse, Kız Kulesi'ne karşı söylemek daha fiyakalı olabilecekti. Ama olmadı, işte hikaye bu ya.
Alpa, otobüsten içeri sokuldu ve oradaki muavine: "Abi, 4 arabası bu de mi?" diye sormuştu. Muavin, evet sayın Alpa Gun dedi. Alpa, 17 numaralı koltuğa oturacakken birden pencereden gelen güneşin kendisini rahatsız ettiğini ve perdede birinin kurumuş sümüğünü gördü ve uyanık davranarak daha 16 numaralı koltuğun sahibi gelmemişken, oraya oturdu.
Neyse yine fazla gevşemeden:
ZYÜ hazırlık öğrencisi sıfatlı Itır John geldi ve özellikle koridor tarafını seçtiğini söyledi. Bu da beni muavin her su ve çay ikram etmeye geldiğinde nasıl yapsam da şunu Itır Can'ın üstüne yanlışlıkla dökme süsü vererek üstüne döksem düşüncelerine sevk etti yol boyunca. Neyse Allah'tan öyle bir hadise yaşanmadı çünkü doğal sınırlarıma ulaşma ve toprak genişletme politikalarımdan ötürü Itır Canında benim yanımda oturmaktan pek haz aldığını söyleyemeyiz. Amaan neyse! Yazmak diyordum, kuşlar diyordum, hayat diyordum en son.
Dediklerine göre bazıları çok iyi günlük yazıyormuş. Bazıları çok iyi hikaye yazarıymış. Falan filan işte. Ben ise  asla günlük yazamam. Aslında ben hiç yazamam. Yazmak, disiplin gerektiren ve zahmetli bir uğraş iken ben öyle yılda, ayda bir, anca bir-iki kayda değer bir şey yazabiliyorum. Öyle kalması da daha iyi kendi açımdan, çünkü yazmak duygusal, zamansal ve "her şeysel" olarak gerçekten zor bir eylem. Bir de yazdıkça daha çok yazma istediğim ve yazmaktan başka bir şeyi anlamlı bulmama hali var tabi, insanı yıkan bir tutku haline gelebiliyor işte. Günlük yazmaya gelince, beni günlük yazmaktan alıkoyan şey ise herhalde o bize öğretilen "Sevgili Günlük" başlangıcı olabilir. Şu anda bile günlük yazmak istesem istem dışı elim onu yazacak sonra salakça bulup üstünü çizecek ve bir saat boyunca günlüğe nasıl hitap edeceğimi düşünüp sonra hevesim yine kırılacak. İlkokuldan beri süregelen kısır döngü bende bu. Hatta bir keresinde "Sayın Günlük" diye bile başlamışlığım vardı günlüğe nasıl hitap edebilirim derdinden. Sonra bir baktım günlük yazmayı günlüğün kendisine dilekçe formu olarak yazmıştım. Ah o günler!

Bende olan sorun ise her seferinde asıl meseleyi anlatacağım diye "başlı'zor'um" "yazma'za"* sonra konu Dolar/TL dengesinden daha çok değişiyor. Bu yazacaklarım öncekiler ile aynı olmayacak diye başlayıp öncekilerden daha amaçsız ve boş bir yazı olması, bunu kanıtlar nitelikte bence. İşte bütün mesele bu: hiçbir zaman kendimi gerçekten ifade ede bilememem. Ama en güzel yazma şekli hiç kimse için yapmadığın, kendini gerçekten ifade ede bilemediğin yazılardır, sırf kendin için ve sadece sen eğlene biliyorsun diye -hem de kimsenin okumasını beklemeden yazdığını, çünkü en iyisinin mutlaka bir gün gerçekleşeceğine inanırsın. Yine keyfim yerine geldi tey. Ee o zaman girişi yapabilirim nihayet:

Sevgili Günlük,
Her ne kadar ciddiyetsiz, bir dediği bir dediğiyle örtüşmeyen ve tutarsız bir yazı da olsa bu şekilsiz şey, bütün ciddiyetimle bu yazıyı B'ye ithaf ediyorum. Niye mi? Beni liseye ve beraber geçirdiğimiz zamana dair (her ne kadar dün inemesek de oralara kendisiyle) kendi kendimde oralara gitmeme sebep olduğu için. Belki de bir daha her şey aynı olmayacağı için. Belki de o günler her türlü bittiği ve ben daha yeni görebildiğim için. Bundan sonra "Hallo Türkei"dan öteye geçemeyeceği için. En karamsarı da bu ya. Yani bundan sonra hep bir Schön Türk, hep bir nam-ı diğer Alpa Gun. Jaaaaa.

*Bu arada Almanca klavyeden Türkçe klavyeye geçince y ile z'nin yerleri değişiyor 'natürlich'.(tabii) Küçük imla hatalarını ilk fark edip değiştirme yanlışına kapılsam da sonradan yanlışımı "iyi kelime oyunu oluyor ha" diyerek düzelttim. Peh peh peh yani. Kendi kendime puanım "neun komma fünfzig euro, bitte".(dokuz buçuk yüro lütfen) #AlmanciDinge(Things)
Bilginize arz olunur: Bu yazının başlığı "Hüzünlü Not" diye başlanılıp "Sevgili Günlük" diye değiştirilmiştir. 

30 Aralık 2014 Salı

Kasip Nismet

Olaganüstü, mucizevi ve biraz da ilahi bir kis günüydü Bremen'de. Günes, pörsümüs bir portakalin itici sarisiyla, Werder Bremen'in yilda bir gerceklesen galibiyetinden sonra Eintracht Frankfurt lobisinin oyunlarina gelmeyen her aziz Werder Bremen taraftarinin evlerinin balkonuna, taraftar iradelerini göstermek icin astigi, kir tutmus Werder Bremen bayraginin igrenc yesilimtrakliginin karisimi bir renkteydi.
Eger bir kis günü siz de Bremen'de evde uyuyor olsaydiniz ve sabah kalktiginizda camdan disari bakarken böyle bir günesle karsilasiyor olsaydiniz, siz de tereddüt etmeden Adidas üc cizgi marka jogging esofmanlarinizi ve spor ayakkabilarinizi giyip, disarida olan bu güzel günesin tadini cikarmak isterdiniz. Tabi, bu sogukta götünüz yerse.
Cölde ac ve susuz kaybolmus birinin o pörsümüs portakali buldugunu düsünün. Benim de Bremen'de bir kis günü, günesi o cirkinligiyle bulmam ayni sey sayilabilir. Günes, bir politikacinin yalan sözleri gibi sicak ve inandirici görünüyordu.

Sabah vaktiydi ve uyuyordum. Odamin kapisi, gürültüyle calmaya basladi. Sagolsun, uyandim gereksiz bir sekilde. Gözlerimi actim. Battaniye, yorgan baslarina buyruk, kacmislar gitmisler bir yerlere. Nasil olmussa yataktaki eksenim ekvator ekseni gibi yatagi yatay cepheden kavramis.
Calan Kasip Nismet'di.

Kasip, dürterek "Alpa Gun, kalk jaaa, kalk!" dedi.
Tesisatlarimi kasimam disinda hicbir tepki veremedim.
"Alpaa kalksana jaaa!"
"N'oluyor jaaa?" diye fisildayabildim, gözlerimi biraz yarilayarak.
Iste o an pencereden günesi görmüstüm.
Kasip Nismet, sorumu bile cevaplamadan beni yataktan asagiya sürükledi ve yere dogru kicimin üstüne düsmeme neden oldu.
Kasip hic dinlemeden, düstügüm yere cömeldi. Telefonunu cikardi, basini basima yakinlastirdi ve selfie cekmeye basladi. Lan, manyak mi bu Kasip? Napiyor bu? Herhalde bu selfie'leri esek sakasi olarak internete koymak icin cekiyor. Benimle ugrasip kendi capinda eglenecek.
"N'apiyorsun Kasip? Aklini mi kacirdin lan? Bak, bu bir sakaysa, hic komik degil. Tamam mi? Selfie cekerek beni rezil mi edecen? Napacan? Gören diyecek Werder gol atti sanki!"
Kasip yukariya bakarak. "Hay, senin agzina sicayim!" diye kükredi.
"N'oluyo Kasip? Niye agzima siciyon? Tövbe tövbe. Kasip, ilginc misin oglum? Niye böyle davraniyon? Bir derdin mi var? Bi bok anladiysam Hamburg'lu olayim! Kasip, cevap versene!"
Kasip birden aglamaya baslayarak. "Sana demiyom Alpa Digga'm*, sana demiyom." dedi.
"Kime diyon o zaman, Kasip? Kendinle mi konusuyorsun? Anlatsana!"
"Kime olacak lan. Su yazar bozuntusuna tabi. Böyle diyalog mu olur lan? Neden her seferinde bu adamin her dedigini yapip eyvallah diyoruz?"
Alpa, Kasip'in bu davranisini tasviplemeyip. "Tövbe et, Kasip, tövbe et! Ne bicim laflar onlar. Tövbe et yoksa carpiliriz. Sen, böyle bir yazara sahip oldugumuza sükretmek yerine, sacma sacma laflar ediyorsun. Tamam adam bize bunlari yaptiriyor olabilir, ama bizi bas rollerde oynatiyor simdi. Eskiden bir cam agaci bile olamazken, simdi, bas rol oynuyabiliyoruz. Yigidi öldür ama hakkini ver"  dedi.
"Anlamiyorsun Alpa, anlamiyorsun! Eskiden bas rollerimizin olmadigi dogru ama kimsenin her istedigini yapmak zorunda da degildik!"
Yazar, olarak bu itiatkarsizliga ve rezillige daha fazla tahammül edemeyecegimden, aziz izleyicilerimin de izniyle artik araya girmek zorundayim.
"Icine sictin, Kasip, hikayenin, icine icine! Sen nasil bir karaktersin? Size ben, yaptiklarimi sorgulayin diye mi rol verdim? Al, simdi hikayede üc sahis oldu. Alpa'yi da ücüncü sahsa cekmek zorunda kalacagiz simdi. Begendin mi yaptigini? Seyircilerin izleme zevkini mahvetmeye ne hakkin var? Simdi sana ceza olarak, Alpa'dan sana kuvvetli bi' tokat atmasini istiyorum. Hadi bakalim Alpa, hadi, hadi..."
Alpa, bu sözlerin üzerine ne yapacagini sasirir. Kasip, Alpa'ya gözlerini dikip "At tokadi, Alpa. Beni düsünme, kendini düsün sen. Bu hikaye böyle yazilmis. At o tokadi! At, ne duruyorsun? Ben yandim, sen yanma. Yakma kendini, Alpa. At artik su tokadi" bakisi atar.
Alpa, "Yapamam, Kasip. Yapamam ben böyle bir seyi biricik digga'cigima" bakisi atar Kasip'e!"
Ama Kasip dinlemez. Kasip bu sefer Alpa'ya, "Alpa, at artik su tokadi. Sen atmazsan ben atacagim yoksa." bakisi atar.
Kasip'in bu kararligini gören Alpa, o tokadi atmaktan baska caresi kalmadigini görür. Yavas cekimle Alpa elini Kasip'e dogru kaldirir ve daha da yavas cekimle Alpa'nin eli Kasip'in suratina dogru inmeye baslar. Ikisinin de gözleri kapanmis ve kader aninin bir an önce gelmesi beklenmektedir. Seyirci de cellatin baltayi tam kelleye indirecekken kahramanin kurtulmasini saglayacak son bir mucizenin gerceklesmesini beklemektedir."
"Bir dakika, durun!" dedi seyircilerden biri.
"Sen de kimsin sayin seyirci? Kardes, mardes degiller, eger "durun siz kardessiniz" diyeceksen. Sen seyrine bak."
Seyirci daha da ileri giderek, "Bu kadar sacma nedenlerden, insanlari kolayca harcamaya utanmiyor musunuz?"
Diger izleyicilerden de sesini cikaran seyirciye destekler yavas yavas ugultularla cogalmaktadir.
"Sen kim oluyorsun da diger seyircilerimin bundan az sonraki eglenceyi izlemesini engellemeye calisiyorsun? Ben, sizin iyiliginiz icin yapiyorum bunlari bir kere. Sizleri düsündügümden yapiyorum. Cabuk bitireyim de sizi de asil eglenceden mahrum etmeyeyim diye yapiyorum. Birkac edepsizin sözünü dinleyip, yilmayiz biz. Eger cezasini vermezsem siz de eglence programimiz sekteye ugrar! Eger, bu olay bu sekilde cözülmezse, diger türlü cözülmesi icin diyaloglar uzayip da gidecek. Lütfen, aziz seyircilerim, bu oyunlara gelmeyiniz."
Bu sefer izleyici kitlesi yazardan yana taraf tutan ugultular cikarir.
Bas kaldiran seyirci, "Bakin arkadaslar! Biz bu adamin bize gösterdigi herseyi izlemek zorunda miyiz? Siz, bu adamin yaptirdiklarini izledikce ona destek veriyorsunuz. Onu büyütüyorsunuz. Ona tapiyorsunuz. Yaptigi kötülük bize ödülümüzü yani eglencemizi verdigi kadar var oluyor. Hepiniz suclusunuz."
Yazar, bu samataya son vermek icin Kasip'i bir sartla bagislayacagini söyler. Eger Kasip af dilerse ve diger bütün ömrü boyunca yazarin kalemi rolünde oynamayi kabul ederse affedilecektir.
Seyirciler, Kasip'in ne söyleyecegini gerginlikle beklemektedir. Seyircilerden, "Af dile" fisildilari duyulmaktadir.
"Af dilemiyorum, senden." dedi Kasip.
Seyirci, sok gecirdi Kasip'in bu inatciligindan sonra. Kasip bu sözlerin seyircilerde yarattigi soktan faydalanarak devam eder.
"Niye duruyorsun? Devam et cezalandirmaya. Hadi, durma. Ne senden ne de verecegin cezadan korkuyorum. Bana acima, beni bagislama numaralarini birak. Seyirciye, bagislayici oldugunu falan mi kanitlamaya calisiyorsun? Beni cezalandirabilirsin ama ruhumu asla. Asla!"
"Don Kisot'luk yapmaya kalkisma Kasip. Seyirciler buradayken bu konusmayi yapip kahraman ilan edilecegini falan mi zannediyorsun? Bak, etrafina. Su anda kahraman gibi gözükebilirsin. Belki bir gün icin, belki de bir hafta icin hatirlarina kazinabilirsin. "Kasip Nismet'e Adalet" fotograflariyla Facebook ve bilimum her türlü sosyal medyada belli bir müddet dolasabilirsin. Fakat, belli bir müddet sonra kimse kimse ismini bir daha duymak istemeyecek. Ismini bagiranlar, cagiranlar yine olacaktir fakat boslukta bos bir yanki olmaktan öteye gecemeyecekler. Ilk anlardaki herkesin dillerinde dolasan ismin, bir müddet sonra bikkinlik gecirtecektir. Ya boyun egersin ya da bertaraf olursun. Ondan akillilik et ve af dile! Bunu son kez teklif ediyorum sana."
Isyankar, asi seyirci yine araya girer.
"Durun! Bir önerim var. Madem, biz demokratik seyircileriz, o zaman Kasip'e tokat atilip atilmamasini neden oylamaya sunmuyoruz?"
Seyirci arasinda yine ugultular, ayrismalar ve tartismalar bas gösterir. Yazar, ne yapacagini sasirmistir. Yazarin kulagina komut gelir ve kisa bir araya girilecegini söylemesi söylenir.
Yazar, seyircilere kisa bir ara verilecegini ve aradan sonra kararin aciklanacagini söyler.
Mola baslar baslamaz, kriz masasi hemen toplanir. Yazar, telaslidir.
"Sayin Yazar. Lütfen telas etmeyin. Biz hemen bu isin caresine bakacagiz. O cok konusan seyircinin de caresine bakacagiz. Arkadaslar onunla iletisime gectiler. Bir de Kasip'in cezalandirilmasi yönünde oy kullanan herkese bedava patlamis misir verecegiz. Gizli bir sekilde seyirciyle iletisime gectiler bizimkiler. Hatta gelen son istihbaratlar arasinda, patlamis misir teklifimizden sonra evet oylarinin %20'den %60'lara geldigi yönünde."
Yazar, moladan sonra geri döner.
"Evet, biz ezelden beridir demokrasi sevdalisiyiz. Kimse bizim demokratikligimizi sorgulamaya kalkismasin. Madem öyle, hadi oylamaya baslayin."
Oy kullanimi sona ermis ve oylar sayildiktan sonra ekrana yansitilmisti. Kasip, gördügü tablo karsisinda sok olmustu. Neredeyse herkes Kasip'in bu cezayi hakettigi yönünde oy kullanmisti. Isin daha da kötüsü, kendisini savunan o seyirci de kendisinin ceza almasi yönünde oy kullanmisti.
Yazar, büyük bir gururla. "Görüyorsunuz, sayin seyirciler. Bir oylamada daha demokrasi hakliligimi gösterdi bizlere. Simdi, Alpa kaldigin yerden devam et."

Bütün seyirciler Alpa'nin tokat atmasini sabirsizlikla bekliyordu. Alpa, bir seyler mirildandi ama duyulmadi. Yavas yavas elini kaldirmaya calisti. Ve ansizin Alpa, kalkan elini indirdi ve Kasip'in yanina dogru o da cöktü. Aglayarak, "Yazar, bizi kandirdi mi Kasip? Keske hic bas rolde oynamasaydik " dedi.
Yazar, Alpa'nin da Kasip'e katilmasindan ötürü daha da hiddetlenerek, karakterlerinin bu itiatkarsizliklarini,  onlari "backspace" tusu ile dünya edebiyati karakter cöplügüne yollayarak cezalandirdi bu sefer...

Bas kaldiran seyirciye ne mi oldu? Kasip Nismet'in rolünü artik o oynamaktadir. Hem de yazarin dediklerini fazlasiyla yerine getirerek...

**
Sabah vaktiydi ve uyuyordum. Odamin kapisi, gürültüyle calmaya basladi. Sagolsun, uyandim gereksiz bir sekilde. Gözlerimi actim. Battaniye, yorgan baslarina buyruk, kacmislar gitmisler bir yerlere. Nasil olmussa yataktaki eksenim ekvator ekseni gibi yatagi yan cepheden kavramis.
Calan Kasip Nismet'di.

Digga'nin digga'ya kirdirilmaya calisildigi bu hikayede cekilen bütün selfie'ler ve ya TDK'nin tabiriyle öz cekimler gercek olup, üstteki paragrafin da bir daha karsiniza cikmasinin Inception'la hicbir baglantisi ve iliskisi olmamakla beraber. söz konusu kisiler, olaylar ve verilmek istenen mesajlar tamamiyle rüya ürünüdür. Credits bölümünden sonra kücük bir sahne daha var. Onu da sinemada film biter bitmez kacan sazanlar gibi kacirip sonra ona buna "ne oldu?" diye sormamaniz icin sizlere bilgi olarak vermeyi uygun gördük.

Kasip Nismet'e gelince. O benim telefonun ismi yahu. Sabahin bir vakti o caldi. Iste o an pencereden günesi görmüstüm. Düsündüm, dedim esofmanlari giyinip, kulaga Iphone'u takip,su parkta bir tur atayim da, sabah ayni kiyafetle gördügüm her jogging yapan insanin takdir eden bakislarini toplayayim. "Ne sporcu! NE SPORCU AMA!" desinler.
Ama, uyanmak, kime Kasip, kime Nismet iste.
Kasip'i susturmak icin aldim elime. Sonra, bi yüzüm, gözüm yerinde mi diye bir selfie cekeyim dedim. Altina da "#hahahadüngecemanyakeglendik" yazip hissettigim bütün duygulari tek bir yüz ifadesiyle anlatan bütün yüz selfie'lerimin bulundugu albüme koyayim dedim.
O degil de eski fotograflara bakip nostalji yapma gelenegi acaba her gün yüz selfie'sini cekip paylasanlarda nasil oluyor acaba? "Hmm, o günkü yüzümden de belli oldugu gibi bu "Sevene git, sevmeyene kal diyemem" günüydü. Ay, yok yok, bu bence "Bekarlik sultanliktir" günüydü." Ben de diyordum insanlar neden böyle hashtag'ler seciyorlar? Ee, artik normal yollarla cekilen fotoraflarin türleri tükendiginden, ileride selfie'lerden baska nostalji yapacak bir seyimiz olmayinca o günleri hashtag'lerle yad edecegiz.
"#takipedersentakipmanyagiyaparim #yeniuyandim #düncokeglendik"..."Hasan, bu selfie'yi hatirliyon mu?" Ilk hatirlamama cehaletine düsen Hasan hashtag'i gördükten sonra, "Heh, simdi hatirladim.. Ne manyak gündü lan." diye cevap verdi.


*Digga, Türkcede kanka, kardesim ve panpa gibi kelimelere tekabül edebilir.

25 Aralık 2014 Perşembe

Noel TV

"Buradan herkese ama herkese. İster mübarek Noel bayramını kutlasın, ister kutlamasın. İster yurt içinde olsun, ister yurt dışında. Yurt dışındaysa, Noel'i kutlamak için gidecek bir Erasmus ve ya benzeri öğrenci değişim programı Hıristiyan ailesi ister olsun, ister olmasın. Yurtdışında edindiği arkadaşları tarafından aile yemeklerine ister davet edilmiş olsun, ister olmasın. Yurt içindeyse, ister Hıristiyan olsun, ister olmasın. İşte heerkese ama heeeeerkese buradan kocaman kocaman öpücüklerimi, en içten dileklerimi ve sevgilerimi bu mübarek günde yolluyorum."
Bu kısmın, sunucu tarafından Seda Sayan'ın o iğrenç öpücükleri gibi sulandırıldığını hayal edebilirsiniz. Neyse, nerede kalmıştık? Heh!
"Ekran başından ayrılmayın. Reklamlardan sonra Mübarek Noel Loto'nun çekilişiyle yine sizlerle olacağız. Bu haftanın ve bu yılın son programını da sizlerle beraber geride bıraktık. İnşallah ve inşallah Tanrım bana sizlerle daha nice programlar nasip eder. (Konuklar: Amin, amin!) Bu bacınız sizleri çok ama çok seviyor. Hoşçakalıııııın, esenlikle kalın! Seneye görüşmek dileğiyle!"
"Reklamlaaaaaar."
Reklam 1:
"Noel'i yurtdışında kutlamak isteyip de gidemiyor musunuz? Tam size göre kampanyamız var"
İhtiyacım yok lan bu ürüne benim, zaten yurtdışındayım. Yaradan bana Noel bayramını 4 sene yurtdışında, 18 sene yurtiçinde geçirmeyi bağışlamış çok şükür.
Reklam 2:
"Noel'i, Hıristiyan örf ve adetlerine göre birebir uygulayan ve Hıristiyan Diyanet İşleri Bakanlığı tarafından yöntemleri tescillenmiş bir Hıristiyan ailesiyle geçirmek ister miydiniz?"
Yok, yok. Bir daha almayayım bundan. Bundan üç sene önce geçirmiştim de ne olmuştu? Memnun kalmadık işte, otuz gün içinde de geri iade ettik.
Reklam 3:
"Hala Iphone almadınız mı? Peki, Noel bayramını yalnız geçirirken ve ya toplu taşıma araçlarında yabancıların "Ah, zavallı. Noel'i geçirecek ailesi yok herhalde" bakışları altında ezilirken ne yapacaksınız?"
Şükür Rabbim, bunu almışız ya lan. Çok kaliteli bir ürün maşallah. Tanıdık, tanımadık herkesi de Iphone'lu yaptık. Iphone elcisiyim sanki mübarek. Ama Iphone'a kızmam, helal olsun onlara valla. Sizin reklamınızı izlerim kardeşim!! Hem güzel de yapıyorsunuz. Helal olsun size. Bravo.

Sonra bir-iki saniyelik karanlık ekran...

Heh, bitti herhalde reklamlar. Göt cebimden kuponumu da çıkarayım bari. Çekiliş kuponunu biraz da dizimde ütüleyeyim. Kırış kırış olmuş yahu. Reklamlar da kafamı iyi ütülediler mübarek. Oh, şükür kurtulduk.
"Bu haftanın programı..."
Laaan, sen nereden çıktın? Başlatma lan programından şimdi...
"Sör Vay Tir yılbaşı özel yarin saat 21:30'da. Sakın kaçırmayın. Mutlu seyirler"
Yine siyah ekran. Simdi başlayacak galiba. Of, heyecanlandım.
"Reklamlaaar."
 Hoppalaaaaa, yine mi reklamlar çıktı?
Direk mute'e basıp, içimden otuza kadar sayacağım. Bu ne kardeşim ya?
...30
"Evet, sayın seyirciler. Noel Özel çekilişiyle tekrar birlikteyiz. Ödül, bildiğiniz gibi, 8 haneli bir hiç. Ödülün kazananları kazandıkları miktarları Irish Pub bayilerinden temin edebilirler."
Heh, sonunda çekiliş başlayabildi. Bi' dakika...Bu sene topçu kızların neden hepsi başı örtülüler? Gecen sene yine aralarında mini etek falan giyenler vardı. Cumhuriyet elden gidiyor, elden! Biz hala uyuyalım. Ah, simdi Atam'in kemikleri sızlıyordur kesin. Bayramlık ağzımı açtırmayın benim. Tövbe tövbe. Neyse, şanslı numaralar geliyor.
"Evet, şanslı numaraları açıklıyoruuuuuum sayın seyirciler."
Neden şanslı numaraları söyleyen her sunucu, kelime içindeki her ünlü harfi gereğinden fazla yuvarlamak zorundadır? Özellikle, "u"ları.
"Evet, değerli izleyenler, bu haftanın şanslı nuuumaralarını açıklıyoruuuuuum ":
"Evet, sırayla: 97, 3735, 6246, 7830, 11133, 11743"

"şook şoook şook sayın seyirciler. Son dakika gelişmelerini aktarıyoruz sizlere"

N'oluyor lan? Noel Özel çekilişi nereye gitti?

"Bremen'de Noel yemeğine yetişmek için aşırı hız yapan iki otomobil kaza yaptı. Gelişmeleri bize Alpa Gun Bremen'den aktarıyor."
"Merhaba, Türkei. Öncelikle mutlu Weihnachten. Und dann gördüğünüz gibi iki Auto birbirine girdi, ja? Olayda iki aile nasıl derler getötet oldu işte, jaa."
"Göt mü oldular sayın Alpa Gun? Anlamadım."
"Ach, Enschuldigung, yani özür dilerim. Öldüler öldüler Türkçesi"
"Peki sayın Alpa Gun. Teşekkürler"
"Ja, ben teşekkür ederim. Danke. Yine frohe Weihnachten diliyorum herkese, yani şey mutlu Noeller."

Hay, yazık ya. Ulan, bari Loto programı bittikten sonra verseydiniz şu son dakika gelişmesini. Ne acelesi vardı morallerimizin içine bi' kat daha sıçmanıza. Ben sizin mutlu Noel'ler deyişinize... Neyse...
"Evet, sayın seyirciler. Bu kısa Son Dakika Haberi için sizlerden özür diliyoruz. Ama tekrardan beraberiz. Önemli olan da bu. Hemen, zaman kaybetmeden sizlere şanslı numaraları söylemeye devam ediyoruuuuuum. Evet, kalan numaralar: 14056, 16260, 17791, veeeee 182102".
Hay, ben senin taaa. Yine bi' sik tutmadı. Gidemedik yine Noel'i kutlamak için Irish Pub'a. Gidecek bi' yer de yok simdi. Yine evdeyiz. Kapa TV'yi, kapa ya.

"Esenlikle kalın sayın seyirciler ve herkese tekrardan Mutlu Noeller."

Ohooo, siz de yani numaraları verin hemen kaçın. Yemekleri bitirdikten sonra kaçan misafirler gibi. O kadar sabırsızlıkla TV başında oturmuş, programın başlamasına kadar kaç tane beyin hücremi reklamlara kaptırmışım, sonra gel gördüğümüz muameleye bak. Yuh.

**
Simdi böyle çekiliş numaraları hiç olur mu diyorsunuz? Herhalde olmaz ya da ola da bilir. Bilmiyorum. Bu numaralar neyin nesi diye soracaksanız, onu da bilmiyorum. Telefonda gerekli, gereksiz aldığım notları okuyup nostalji yapayım derken karşılaştım. Ne olduklarını da daha çözemedim. İnşallah, gizli şifre mifre gibi şeyler değillerdir de sonra kendi kendimi yakmış olmayayım diyorum. O değil de, aralarında sayısal loto oynarken falan kullanılabilecek numaralar var gibi duruyor. şöyle bi' kestirdim o numaraları gözüme. Bu numaralarla loto oynayıp loto tutarsa eğer, şimdiden söyleyeyim tanımam herhalde hiçbirinizi. Bu arada, Almanya'da da toplu Noel tebrik SMS mesajı atma geleneği var ama bizde olan mani kavramından haberleri yok Almanların. Bu alandaki boşluğa öncülük etmek adına sizlerle kendi yazdığım bir Noel manisini paylaşmak istiyorum:

"Noel geldi hoş geldi
Noel baba bize boş geldi
Bu şaraplar pek hoş
Evimize sarhoş geldi"

Hem Türkiye'de neden Noel'in yılbaşında kutlanıldığı zannedilir? Bence olayın hikayesi söyle olmalı:

Efendim o gün, günlerden 31 Aralık, sene 1955.  Yılbaşını İstanbul'da kutlamak için gelmiş turist bir kadın, 'Hayır'ullah abi tarafından taciz edilir. Kadın, yari İngilizce yari Türkçeyle "No El! No El!" yani bana dokunma deyip kendini kurtarmaya çalışmıştır. Ama Hayır'ullah abi, 'No'nun İngilizcede hayır olduğunu nereden bilsin! Tek anladığı kadının Noel dediğidir. Sonra aklı başına düşen Hayır'ullah Abi, kadının "bugün Noel ondan olmaz!" dediğini varsayıp sinsice arka saflara doğru çaktırmadan geçmiştir. Hayır'ullah abi elleyecek başka birilerini bulmuştur yine de, ama o günden sonra Hayır'ullah Abi'nin hayatı tümüyle değişmiştir. Çünkü, genellikle Yunanlıları ve ya Ermenileri kutlarken gördüğü Noel Bayramı aslında yılbaşındaymış. Vay sen. Bak bizim Yunanlılara! Bak bizim Ermenilere! Demek bize yine ihanet etmişler! Şuradaki Yunan bakkalı hala duruyor olsaydı, gidip de hesabini sorardı...Neyse, Allah'tan temizlemişiz ülkeyi bunlardan diye düşündü Hayır'ullah Abi. Madem onların hepsi gitti, gidip bari bizimkilere anlatayım demiş Hayır'ullah Abi. Evet, arkadaşlar.... Böylelikle, bugün Hayır'ullah Abi'nin Noel'i Türkiye'de nasıl yılbaşına taşıdığının hikayesini birlikte geride bıraktık. Bir dahaki sefere sizlerle "Hayir'ullah Abi'nin Helga'yi Bratwurst'dan Sucuğa Geçirişi" hikayesiyle birlikte olacağız. Kib!
Neyse, yine konumuz aşırı hız yaptı. Ama, uzun lafın kısası, demek istediğim şu:
Noel olayının Türkiye'de gerçek zamanında kutlanması ve Noel'in yılbaşıyla karıştırılma geleneğine son verilmesi yeni yıldan tek dileğim. Bunun yetkilisi kimse bana haber verin, gidip konuşup, anlaşıp bu işin kültür elçiliğine falan soyunayım. Böylelikle, her sene Noel'i ve yılbaşını doğru zamanlarda kutlayan örnek Müslüman ve Türk ailelerine Avrupa Uyumluluk ödülünü bizzat kendi ellerimle takdim etmiş olayım da kendime hayat amacı edineyim.

Mutlu Noeller,


Alper Tunga Öldi mü Issız "Acun" Kaldu mu?

O değil de Survivor Taner'e n'oldu ya? En son onu Acun Ilıcalı kodese yollatacaktı hani? Herhalde Adriana Yenge'nin kutusundan af çıktı. Arada kaynadı gitti iste.
Geçen gün arkadaşım yazdı 'face'ten. He, 'face'ten. Instagramdan #alpayabumesajiyolla hashtag'iyle olacak hali yok ya. Bu arada, Alpay'a değil Alpa'ya. Doyçland'da Alpa Gun diye gerçek ismi Alper olan Alamancı bir rapçi var. Ayni ismi paylaşma talihsizliğine eristiğimden, artık ismim Alpa oldu buradaki 'kanki'lerimin arasında. Alpa, Almanca aksanıyla Alper'in söylenişi. Kendim bile Alpa'yı Alper'den daha çok benimsedim artik. Alpa aşağı, Alpa yukarı. Bir keresinde Atatürk Havalimanı'nda benden şüphelenen polis memuru tam pasaportumu kontrol ederken, ismini söyler misin? diye sorunca "Alpa" demiştim. Sonra, lütfen benimle gelir misiniz dedi. Saka, saka. Ama gerçeği söyle: Almanya'da kendi ismimi Türkçe telaffuz etmemeye o kadar alışmışım ki artık bir Alman dairesinde bir görevli veya Alaman'ın biri tarafından ismim sorulunca kafamdaki işlemci Türkçeden Alman aksanına çevirmeye gerek kalmadan direk Alpa diye cevap veriyor. İngilizce dilini konuşanlar bilir. 1 rakamını görünce akla "Bir"den önce "One" gelmesi gibi. Havalimanı meselesine gelince, ileride başıma gelebilir diye korkmuyor değilim.
İsmimin Alper olması da ailemin bana isim bulma maceralarının ancak bu kadar neticelenmesinden dolayı. 90'li yılların başlarında, tam MHP zirvelere, zırvalara falan oynarken, gel sen daha yeni doğmuş bebeğe Alpaslan ismini koymaya karar ver. Sonra, çoğunluğu milliyetçi tabandan gelen aile fertleri ve tanıdıklar falan beni Türkeş, Türkeş diye çağırmaya başlasın. Daha kakasına düşse boğulacak, MHP'den falan bihaber, hangi ülkede dahi doğduğundan habersiz bebeği Alpaslan Türkeş aşağı, Alpaslan Türkeş yukarı diye çağırmaya başla. Neyse ki bizimkiler 80 darbesinden ötürü genlerimize işlemiş, ondan sonra gelen her iktidar tarafından biraz daha perçinlenmiş oto-sansür yani kendi kendimizi sansürleme mekanizmasını devreye sokuyorlar da bu sefer ileride beni politik hiçbir mimlemeye ele vermeyecek fakat yine de milliyetçi köklerden geldiğimi gösterebilecek bir isim bulmaya çalışıyorlar. Bir kere denedin olmadı, niye yine milliyetçi bir isim? Git Fenerbahçe'den senin favori futbolcunun ismini falan yapıştır işte. Uche, Rıdvan, Abdullah falan. İyi ki Abdullah da olmamış. Bu sefer de milliyetçi aile ve çevrenin gazabına uğrayabilirdim. Hele, kız olsaymışım o daha, daha beter olabilirmiş. Annem, o zaman kesinlikle adımı Hülya falan koyarmış. Kendisi tenis sporunu oynamadığı halde pek müptelası da. Favori atleti Hülya Avşar. Ondan başka tenisçi de tanımaz zaten. Neyse lafı uzatmayalım, bir sonraki sonuç Alper Tunga olmuş. Hani, o çok duyduğumuz "Alper Tunga öldi mü, ıssız acun kaldu mu?"daki Alper Tunga. Allahtan ondan da vazgeçmişler de, bir şekilde facianın eşiğinden dönülmüş. Kararı en sonunda Alper'de kılmışlar. Hani buna da şükür. Fakat yine de ismimin Alper'e kısaltılmasının bizim kitlemizde pek bir tesiri olmamıştı ki çocukken babam birine ne zaman "Bak, bu da benim oğlan, Alper" derse her seferinde karşı tarafın bıyıklarından süzülen bu büyülü dizeleri dinleme mertebesine kesintisiz ulaşırdım. Alper Tunga aşağı, Alper Tunga yukarı. Çocukluğum Alper Tunga denilen o puşta kafa yormakla geçti. Yine Allah'tan edebiyat dersleri vardı da öğrendik, rahatladık kim olduğu hakkında. Osmanlıca dersleri olsaydı o zamanlar, herhalde yüksek uçuşa falan geçerdim, çünkü bir, bir eserin ne ve ya kim hakkında yazıldığını öğrenmek var bir de eserde ne anlatıldığını öğrenmek var. Çok şükür ne anlatıldığını öğrenmek daha nasip olmadı. Allah korusun, ya Alper Tunga 'öldi'yse?
 Neyse, lafı çok uzattım. Arkadaşımın yazdığı şey aynen söyle:
"Çok acayip yer lan bura. Gecen bir adam camından ateş açtı. "İran'a f koyduğunda İrfan oluyor. Ben Mesihim." dedi." diye.
Adam da haklı şimdi. Ben de Mesih olduğumu söylemek istersem havaya iki el sıkar sonra bağırırdım:
"Alper Tunga'dan Tunga'yi çıkarınca Alper kalıyor. Alper benim. Ben Mesihim ulaaan" diye.
Malum, bu aralar herkes Survivor Taner'e ne oldu? Acun, Adriana Lima'yi Diablo Limanı'nda imam nikahıyla mı yoksa Katolik kilisesinin yönettiği törenle mi nüfusa yazacak diye? haberleri bekliyor. Yani değil bizim silahşor Mesih'e, gerçek Mesih'e bile medya bu vaziyetteyken ekranlara çıkma sırası gelmez. Ondan en iyisini etmişsin, benim güzel Mesih abim. Bir tane de benden taraf sıksaydın keşke. 
Simdi ne alakası var benim isim hikayemle, Mesih Abi'm gibi toplumsal sıyırma vakalarının? İsmim Alpaslan olarak kalsaymış bir Mesih falan olamazdım belki fakat bir gün tek başıma silahı alıp darbe yapmaya kalkışabilirdim vesselam, "Turfandan f'yi çıkarınca, Turan kalıyor. Ben Başbuğum" diye. 
Bir zamanlar 90'li yıllarda yapılan yanlış aşıların ileride sebep olduğu felç gibi hastalıkların haberleri çıkıyordu televizyonlarda. Ayni zamanlar, Türk Mesih'lerinin de televizyonlarda boy gösterme zamanıydı. Ne hikmetse, bu iki olay aynı zamanlarda medyada boy gösterip aynı zamanlar da sessiz sedasız kayboldular. Survivor Taner, Popstar Firdevs, Biri Bizi Gözetliyor Caner gibiydi o haberler de. Birden karşımıza çıktılar ve birden kayboldular gittiler işte. Türkiye'de din, politika, muhafazakarlık, devrimcilik ve benzeri kavramlar da o felç yapan aşılar gibi aşılandığından, bu iki farklı olaymış gibi görünen ama aynı olan olayların ayni zamanda haberlere konu olup aynı zamanda unutulup gitmelerini normal karşılamak gerekir bence. 
Bu gibi vakaların önüne geçmek için, halkı bilinçlendirmek adı altında konulu kamu spotu filmleri yapmalıyız bana göre. Sonra, bu kamu spotunu malum web sitelerine yükleyelim. O bildiğiniz Alman filmleri gibi olsun ama. Halkımız da böylelikle hem eğlenip hem öğrenmiş olur. Böylelikle, hem eğlenmek hem de öğrenmek için zaman kaybetmiş de olmazlar. Hatta bütün kamu spotlarını böyle tasarlasaydık memlekette hiçbir sıkıntımız falan kalmazdı herhalde. Sonuçta, bizden önceki nesil Almancayı o filmlerden duya duya öğrenmişler. O filmlerin öğreticiliğini sorgulamaya pek gerek yok zannedersem. Sonuçta, biz de lisedeyken az hazırlanmamıştık Fransızca "écoute" yani dinleme sınavlarına Fransız dilinde eğitim veren Rus Enstitülerinin çektiği malum dizileri izleyerek. Eh o zaman, o neslin anlayacağı dilden ben de "Es wurden Arbeiter gerufen, Doch es kamen Eşek an."* diyeyim ve meseleyi kapatayım. Amaaaan, bize ne bunlardan? Bu devirde Issız  "Acun" mu kaldı sanki? 
Bulmacanın cevabı aşağıdadır.

Saygılarımla,

*Aslı "Es wurden Arbeiter gerufen, Doch es kamen Menchen an."dır. Yani çevrisi: "Biz işçi çağırdık, ama insan geldi." (Bir Cem Karaca nağmesi.)




Dinlemek isteyenler için link burada: https://www.youtube.com/watch?v=8agUW1U70k8

9 Ekim 2014 Perşembe

ŞEY


Prezervatif edebiyatımızın ne çok içinde ne de çok dışında olan bir konu. Sadece edebiyatla sınırlamamak lazım bu analojiyi aslında. Hayatımızın ne çok içinde ne de çok dışında bir "şey". Yeni türeyen bir markanın isim ve logo seçimi de bir bakıma binbir sosyolojik elementin tümünden gelmiş bir yansıma. Toplumun genelinde Şey varya şey...şey ya şey..işte o anlasana...şeklinde anlatılan gizemli bir şey aslında prezervatif. Türk toplumunun seksüel eğilimleri ve cinselliğin kültürümüzdeki yeri açısından bakıldığında çok ulu ve derin bir belgisizlik aslında bu “şey”. Çok çok açmak, budaklandırmak mümkün aslında bu belgisizliği amma ve lakin laf kalabalığına gerek yok.



Yine de kısa yoldan bir deneyelim...Logo’daki biyolojik detaylar konuyu en kayıtsız dimağlara bile anlaşılır kılmak için güzelce kullanılmış. Slogan da amacına uygun. Marka seçimi ve logonun genel duruşu bir ahenk içerisinde. Tanımlayamadığımız bir şey sonuçta cinsellik. O veya bu sebeple -politik, sosyal, ekonomik- tabulaştırdığımız bir şey aslında. Toplumsal cinsiyet ayrımının had safhada olduğu, yatak odası siyasetinin gündemin temelini oluşturduğu, ertesi gün hapından tut kürtaja kadar birçok şeyin ağızlarda sakız edildiği bir zemin bu. Et ete değmeden tartışamayan, sorun çözemeyen, hayatta belli bir takım tatminlere ulaşamayanların ülkesi. Hal böyle olunca aslında OK denecek bir durum yok ortada. Olsa olsa şey’dir o. Öylesine bir şey...  

6 Ekim 2014 Pazartesi

TIRIVIRI: BİR

  • Evlilik yıl dönümlerini Facebook aracılığıyla kutlayan ve birbirlerinin iş başarısını Facebook’tan tagleyerek dile getiren çiftler türedi etrafımızda. Gayette erişkin ve sevdiğim insanlar aslında kendileri ve fakat bunu ne gibi bir ihtiyaca cevap verecek şekilde yaptıkları sorusu kafayı kurcalayacak cinsten. Status’ümüz kaç “like” almış gibisinden yatak odası sohbetleri mi, Tuğba’nın nişanlısı Remzi’de fotoğrafımıza yorum yapmış geyikleri mi yoksa genel olarak durumun bütünü mü daha fena karar veremedim…

  • Uluslararası telefon kodu 9 olan bir ülke olarak, halk arasındaki 0900’lü hat geyiklerine bir son vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta uluslararası arenada hepimizi kendi tabiatımıza göre birer telekız olmaktan kurtaran sadece koca bir “0”.

  • Eski öykücülerin de değindiği gibi, bir yol sorulacak insan profili var toplumumuzda. Tüm kayıplığın içerisinde hiç tanımadığınız kişiler bilgi birikiminize güvenip söylemlerinize itibar ediyorsa siz çoktan az havalı olmuşsunuz bile. Ben oldum, kendimden biliyorum...

  • Ankara’da geçirdiğim öylesine bir hafta sonucunda bölge insanında ve işletmelerinde kendilerine daha önce verilen Disneyland sözünün derin yaralarına rastladım. Her raylı alet bir roller-coaster iken her atlı karınca mucizevi bir cümbüşün parçasıymış gibi lanse ediliyor.

  • Linda yaygın bir isim aslında. Ankara’da da yaygınmış benim haberim yokmuş. Ulus civarında kafama atılan “reklam kokan” kartların başka anlamı olamaz yani…

  • Bir de ODTÜ durumu var Ankara’nın. ODTÜ’lüsü ve ODTÜ’süzüyle tam bir karmaşa , çılgın bir capital, maynak bir hauptstadt. Turnusol’ü de kişinin ODTÜ’ye ve ODTÜ’lüye olan bakış açısı...her anlamda…

  • Tükenmeyen ve tüketmeyen bir kalem istedim geçen gün...Ürktüm kendimden…

  • “İtalyan mısın İspanyol musun?” diye sordu İstanbul’un göbeğinden bir taksici...Sorunun dilinden bağımsız olarak gereksiz bir uyruk paylaşımına giriştim amma ve lakin taksicinin düşünce dünyası hala kafamı kurcalamakta…

24 Kasım 2013 Pazar

Malum Tiyatro

asılıp zincirleri koparana kadar artan ivmeyle salıncağa bindiren
bir çırpıda yaşanmışlıkları, pişmanlıkları, kibirleri kusturan
sonra bir daha yediren ve kusturan
damardan yüksek dozla aşılanan
rüzgarlı 'anı'larda şişkinliğinden kıpırdayamayan
yazılmış en büyük ve büzük tirat'ro
tanrının en hilekar kozu
benim en akılsız blöfüm
rakamlardan sıfır
bazen yutan
bazen etkisizleşen
sizleşen
sizle şen
siz.
o.

fren


Bremen Mızık(a)cısı
24.11.2013, sabah dört gibi Bremen civarları....