1 Eylül 2015 Salı

Sevgili Günlük

Şimdi yazacaklarım daha önceki yazdıklarıma pek benzemeyecek. Hatta burada yazılan herhangi bir şey ya da burada hep yazmaya çalıştığımız şamatayla da pek bir alakası yok, çünkü ne yalan söyleyeyim ben de ne anlatacağımı bilmiyorum. Hatta bu yazının tamamlanıp tamamlanmayacağını ya da aylarca veya senelerce müsvedde olarak kalıp kalmayacağını dahi bilmiyorum. Aslında bu post'u kimseye de yazmıyorum. Kimsenin okumasını da beklemiyorum. Yani aslında bu post zaten yok! Kendim bu girişi birkaç kere okudum ve sıkıntı yok gibi duruyor, fakat yine de eşeği sağlam kazığa bağlayıp ne anlatmaya çalıştığımı bir örnekle pekiştirelim:
Fuat: "Freestyle mıydı bu?"
Ben: "Evet"
Fuat: "Oh yeah man. Come on beybi"

Neyse ciddiyetsizlik bir kenara, yazmasam deli olurdum derler ya. Heh işte mesele bu zaten. 
Peki, insanlar neden yazma ihtiyacı duyar? Yazmaktan kastım herhangi felsefik bir derinlik içermez. Hani insandan kastım Jack London, Pluton, Şekspir falan olmadığı için, ondan bir yanlışlık olmasın da. Şimdi asıl beni düşündüren şey şu: neden Özel Zıpırcan Yetiştirme Üniversitesi (ZYÜ) hazırlık öğrencisi Itır Can'da bir şeyler yazar? Hatta biraz ileri giderek Itır Can neden yaşar? Hatta dünyada Itır Can diye biri neden var? Hatta ve hatta dünyada Einstein, Hawking, Dennis Ritchie ve daha bir sürü insan hayatlarını çok büyük amaçlara adamışken, dün karşılaştığım Adapazarı-İstanbul arası sefer yapan otobüste "Merve Yazlık"la Whatsapp'te amansız ve fütursuzca yazışa-bilmek için sağ cebinden rahatça telefonunu çıkarabilmesi kolay olsun diye  kimsenin reddedemeyeceği cam kenarına oturma teklifimi reddeden Itır John ne için yaşar? Hikaye şöyle:
İstanbul'da sıcak bir gündü. Alpa, İstanbul Harem'de minibüslerin ve otobüslerin arasından belli belirsiz görünen denize karşı:
"Auf Wiedersehen, İstanbul!" diye bağırdı. Belki biraz yürüse ve otobüs gecikse, Kız Kulesi'ne karşı söylemek daha fiyakalı olabilecekti. Ama olmadı, işte hikaye bu ya.
Alpa, otobüsten içeri sokuldu ve oradaki muavine: "Abi, 4 arabası bu de mi?" diye sormuştu. Muavin, evet sayın Alpa Gun dedi. Alpa, 17 numaralı koltuğa oturacakken birden pencereden gelen güneşin kendisini rahatsız ettiğini ve perdede birinin kurumuş sümüğünü gördü ve uyanık davranarak daha 16 numaralı koltuğun sahibi gelmemişken, oraya oturdu.
Neyse yine fazla gevşemeden:
ZYÜ hazırlık öğrencisi sıfatlı Itır John geldi ve özellikle koridor tarafını seçtiğini söyledi. Bu da beni muavin her su ve çay ikram etmeye geldiğinde nasıl yapsam da şunu Itır Can'ın üstüne yanlışlıkla dökme süsü vererek üstüne döksem düşüncelerine sevk etti yol boyunca. Neyse Allah'tan öyle bir hadise yaşanmadı çünkü doğal sınırlarıma ulaşma ve toprak genişletme politikalarımdan ötürü Itır Canında benim yanımda oturmaktan pek haz aldığını söyleyemeyiz. Amaan neyse! Yazmak diyordum, kuşlar diyordum, hayat diyordum en son.
Dediklerine göre bazıları çok iyi günlük yazıyormuş. Bazıları çok iyi hikaye yazarıymış. Falan filan işte. Ben ise  asla günlük yazamam. Aslında ben hiç yazamam. Yazmak, disiplin gerektiren ve zahmetli bir uğraş iken ben öyle yılda, ayda bir, anca bir-iki kayda değer bir şey yazabiliyorum. Öyle kalması da daha iyi kendi açımdan, çünkü yazmak duygusal, zamansal ve "her şeysel" olarak gerçekten zor bir eylem. Bir de yazdıkça daha çok yazma istediğim ve yazmaktan başka bir şeyi anlamlı bulmama hali var tabi, insanı yıkan bir tutku haline gelebiliyor işte. Günlük yazmaya gelince, beni günlük yazmaktan alıkoyan şey ise herhalde o bize öğretilen "Sevgili Günlük" başlangıcı olabilir. Şu anda bile günlük yazmak istesem istem dışı elim onu yazacak sonra salakça bulup üstünü çizecek ve bir saat boyunca günlüğe nasıl hitap edeceğimi düşünüp sonra hevesim yine kırılacak. İlkokuldan beri süregelen kısır döngü bende bu. Hatta bir keresinde "Sayın Günlük" diye bile başlamışlığım vardı günlüğe nasıl hitap edebilirim derdinden. Sonra bir baktım günlük yazmayı günlüğün kendisine dilekçe formu olarak yazmıştım. Ah o günler!

Bende olan sorun ise her seferinde asıl meseleyi anlatacağım diye "başlı'zor'um" "yazma'za"* sonra konu Dolar/TL dengesinden daha çok değişiyor. Bu yazacaklarım öncekiler ile aynı olmayacak diye başlayıp öncekilerden daha amaçsız ve boş bir yazı olması, bunu kanıtlar nitelikte bence. İşte bütün mesele bu: hiçbir zaman kendimi gerçekten ifade ede bilememem. Ama en güzel yazma şekli hiç kimse için yapmadığın, kendini gerçekten ifade ede bilemediğin yazılardır, sırf kendin için ve sadece sen eğlene biliyorsun diye -hem de kimsenin okumasını beklemeden yazdığını, çünkü en iyisinin mutlaka bir gün gerçekleşeceğine inanırsın. Yine keyfim yerine geldi tey. Ee o zaman girişi yapabilirim nihayet:

Sevgili Günlük,
Her ne kadar ciddiyetsiz, bir dediği bir dediğiyle örtüşmeyen ve tutarsız bir yazı da olsa bu şekilsiz şey, bütün ciddiyetimle bu yazıyı B'ye ithaf ediyorum. Niye mi? Beni liseye ve beraber geçirdiğimiz zamana dair (her ne kadar dün inemesek de oralara kendisiyle) kendi kendimde oralara gitmeme sebep olduğu için. Belki de bir daha her şey aynı olmayacağı için. Belki de o günler her türlü bittiği ve ben daha yeni görebildiğim için. Bundan sonra "Hallo Türkei"dan öteye geçemeyeceği için. En karamsarı da bu ya. Yani bundan sonra hep bir Schön Türk, hep bir nam-ı diğer Alpa Gun. Jaaaaa.

*Bu arada Almanca klavyeden Türkçe klavyeye geçince y ile z'nin yerleri değişiyor 'natürlich'.(tabii) Küçük imla hatalarını ilk fark edip değiştirme yanlışına kapılsam da sonradan yanlışımı "iyi kelime oyunu oluyor ha" diyerek düzelttim. Peh peh peh yani. Kendi kendime puanım "neun komma fünfzig euro, bitte".(dokuz buçuk yüro lütfen) #AlmanciDinge(Things)
Bilginize arz olunur: Bu yazının başlığı "Hüzünlü Not" diye başlanılıp "Sevgili Günlük" diye değiştirilmiştir.